Hatay 1 Şubesi

MEHMET AKİF'İN DİNDARLIK ANLAYIŞI

MEHMET AKİF’İN DİNDARLIK ANLAYIŞI

            Eğitimciler Birliği Sendikası Hatay 1 Nolu Şubesi tarafından her hafta pazartesi günleri sendika binasında yapılan eğitim seminerleri etkinliğinde bu hafta İstiklal Şairi “Mehmet Akif  Ersoy’un Dindarlık Anlayışı” ele alındı. Şube başkanı İsmail Bayrakdar; “etkinliklerin her hafta farklı bir konu işlenerek devam edeceğini” söyledi. Bu hafta sunum yapan Antakya İlçe Milli Eğitim Şube Müdürü Sayın Dr. Mehmet ALTINÖZ’e katkılarından dolayı teşekkür etti.

Hepinizin de malumudur ki, İslam şairi olarak ünlenen üstadın en önemli vasıflarından birisi de dindarlığıdır. “Ferdin inancına bağlı olarak içinde yaşattığı dinin, dışa yansıyan tezahürlerinin toplamı” olarak tanımlayabileceğimiz dindarlığın, Akif’teki algısına geçmeden önce, devrindeki dine bakış türlerini bilmekte fayda vardır. O devirde kimi aydınlar, geri kalmışlığımızın sebebini dinde görerek onu terk etmekten yanaydılar. Halkta ise geleneklere, bid’atlere boğulmuş, insanlara fert ve topluluk olarak hiçbir dinamizm kazandırmayan bir dindarlık anlayışı vardı. Kimileri ise, İslâm’ın esaslarında değişiklikten ve onu bir şekilde çağa uydurmaktan yanaydılar. Medrese ise din konusunda nakille yetiniyor, yeni fikirler üretemiyordu. Böylece din ve din kurumları hayata müdahil olamıyordu.
Şair bir yazısında bu durumu şöyle anlatır:   “… milleti islamiye, şeriati saffeti asliyesi ile muhafaza ettikçe hem dini, hem dünyası mamur imiş. O saffeti böyle bir sürü bid’atle bulaştırınca hüsrandan hüsrana düşmüş. Ne gariptir ki: şarkta, garpta, şimalde, cenupta, hasılı dünyanın her tarafında milletin avam kısmı: “Atalarımızdan böyle gördük” velvelei itirazını her nidayı irşada karşı en müthiş, en müstahkem bir siper gibi yükseltir dururken, mütefekkir olması icab eden havas tabakası atalarından gördüğü iyi şeyleri de mutlaka atmak, hüviyet-i milliyelerini tepeden tırnağa kadar değiştirmek sevdasında!”

         İşte böyle bir ortamda yaşayan Akif’in öngördüğü, arzu ettiği dindarlık; Kur’an’a, sünnete ve tarihi hakikatlere gönülden bağlı, İslâm’ın ruhuna sadık, ilme ve akl-ı selime dayalı, hurafe ve bid’atten uzak bir dindarlıktır. M. Akif dindar insanı; inancı bütün, dini fiil ve pratikleri hayatında uygulayan, bedenen uzvi iptilalardan uzak kalabilen, ruhunu faziletlerle donatmış bir insan olarak görmektedir.

         Yaşadığı Müslüman toplumu Çok iyi bir gözlemleyen Mehmet Akif, yazılarında, vaazlarında ve özellikle de Safahat’ta farklı dindar tipleri ile ilgili görüşler ortaya koyar. Günümüze de ışık tutan bu tipleri şu altı grupta toplamak mümkündür:

1. Geleneksel halk dindarlığını yaşayanlar

2. Dini yaşayışında kayıtsız olanlar

3. Görünüşte dindar olanlar

4. İslami ruha yabancılaşmış olanlar

5. Taassup ehli olanlar

6. İdeal dindarlar

 

         1.Geleneksel Halk Dindarlığını Yaşayanlar: Bu dindarlık, tipi öteden beri köklenip, kalıplaşmış unsurlar halinde var olan, günümüze kadar yaşanarak gelen dindarlıktır. Gelenek ve göreneğe bağlılık, taklitçilik ve şekilcilik bu tipin aslî özelliklerindendir. M. Akif bu tipi iki kısma ayırır. Bunlardan birincisi sade Müslüman tipi, diğeri ise hurafeye bağlı bir dindarlıktır.

         Akif’in üzerinde durduğu sade dindar tipi, ibadetini düzenli yapmaya çalışan günlük dünya işleriyle ibadetlerini birlikte yürüten Müslüman tipidir. O halk dindarlığına örnek olarak birçok yerde cemaatin camilerde toplandığını ve birlikte namaz kıldıklarını ifade etmektedir. Bunlara örnek olarak; “Akşam olmaz mı, fakat toplar ahaliyi ezan” (Safahat VI, s.316) ve “Öğle olmaz mı, cemaatle kılarlar namazı” (Safahat VI, s.318). ifadeleri, onun Müslüman köylerini tasvir ederken kullandığı ifadelerdir.

         Başka bir yerde babasının mezarına annesiyle giden bir çocuğun “Tebareke” okuyuşu ve bu okuyuşu “Kemali vecd ile ezber tilavet eylemede”(Safahat I, s.38) diyerek izah edişi, toplumda kabirlerin ziyaret edilişine ve burada Kur’an okunuşuna işaret etmektedir. Bu durum halkın benimsediği sade ve güzel Müslüman yaşantıya bir örnektir.

         Geleneksel halk dindarlığının ikinci türü ise, hurafeye bağlı bir dindarlıktır. Akif bir vaazında “Bir zamanlar kolera gibi, veba gibi hastalık gelince hafızlar tutulup, memleketin etrafı devr ettirilirdi” dedikten sonra “Evet öyle bir usul vardı. Lâkin hiçbir vakit dindarâne değildi.” (M.Akif “Koleraya Dair”, SM, S:115, s.178-179) demektedir. Başka bir yerde yine; “Ay tutulmuş. Kovalım şeytanı kalkın” diyerek, dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek”(Safahat II, s.142) ifadesiyle de batıl inançlara saplanmış bir Müslüman topluluğunu ele almaktadır.

 

         2. Dini Yaşayışında Kayıtsız Olanlar: Bu tiptekiler, dini inancında samimi olmakla birlikte, ibadet ve dini tutumlarında kayıtsız davrananlardır.

         “Son zamanlarda, ne olduysa, namazdan caydı

           Ne cemaatte, ne mescidde, bugün komşu paşa” (Safahat II, s.303-304) diyerek önce kıldığı halde sonra boş veren, terk eden bir kişiden söz etmektedir.

         Akif bir vaazında “Bir yere gidersiniz…. içlerinde namaz kılmayan çok azdır. Fakat bakarsınız ki, namaz kadar önemli olan zekatı kimse vermiyor… Bir başka  yerde, yalnız namazla oruca önem verildiğini, halbuki müslümanlar arasında olması gereken birlik, yardımlaşma, şefkat ve merhamet duygularından hiç eser kalmadığını görürsünüz” demektedir. (M. Akif, “Mevaiz”, SR, S.466, s.278-282)

 

         3. Görünüşte Dindar Olanlar: Akif’e göre bu tipte olanlar, dini inançları zayıf olan ve ibadetlere hemen hemen hiç yer vermeyen dindarlardır. Bu tipte en belirgin özellik, gerekli gördüğünde dindarlığını ön plana çıkartma, bazen de menfaatini dindarlığın önüne koymadır. Bunun bir karşılığı da kendi menfaati dışında kılını kıpırdatmamasıdır. Şaire göre bu tip kişilerin özellikleri;  

         “Zulme tapmak, adli tepmek, hakka hiç aldırmamak

           Kendi asudeyse, dünya yansa, baş kaldırmamak” (Safahat VII, s.320)’tır.

         Esasen bunlar Müslüman görünse de kendi menfaatlerinin bozulmaması uğruna adaleti, hakkı bir tarafa bırakabilir ve zulme göz yumabilirler. Böyle bir davranış sergileyenlerin gerçekte Müslüman olmaları ise mümkün değildir.

         4. İslami Ruha Yabancılaşmış Olanlar: Bu tipte olanlar dini pratikleri bir tarafa bırakmış ya da inanç esaslarına hiç uymayan tutum ve davranışlar sergilemektedir. Bir taraftan “İnanıyorum, kalbim temiz.” deyip aynı zamanda içki içmeye devam edenleri bu grupta sayabiliriz. 

         M. Akif bunlar için “ ‘Müslümanlık’ denilen ruh-i ilahi arasak, ‘Müslümanız’ diyen insan yığınından ne uzak” demektedir. Esasen O, bu tipte olanları Müslüman toplumdan soyutlanmış ve bihaber kalmış bir yapıda görmektedir.

         Akif’in İslami ruha yabancılaşmış olanlarda belirlediği önemli bir özellik de ye’s içinde olma halidir. Bu karamsar ruh hali, ne yazık ki asırlardır Müslüman’ın kimliği olmuş, bir türlü bu halden sıyrılamamıştır. Bundan dolayı M.Akif, Müslümanların ye’se düşmemesini ister ve bu hale düşmelerini onlarda var olan iman zayıflığına bağlar. O, “Ye’se hiç düşmeyecek zerrece imanı olan” (Safahat II, s.155) diyerek Müslüman’ın ümitsizlik içinde olamayacağını, Allah’tan ümidini asla kesmemesi gerektiğini belirtir.

         M.Akif, ye’sin insanı etkileyen ve uyuşturan halinin Müslümanların ruhuna öyle kolaylıkla zerk edildiğini belirtirken şöyle demektedir:

         “Ye’sin bulanık ruhunu zerk etmeye baktı;

           Mel’un aşı bir nesli uyuşturdu, bıraktı!”(Safahat VII, s.390)

         Bir başka şiirinde yine İslami ruha yabancılaşmış olanlardan tevekkülü yanlış anlayanları işaret etmektedir. Zira onlar her şeyi Allah’tan beklemekte, çalışmayı bir tarafa bırakarak yan gelip yatmaktadır. Bunlar için Akif ,

         “Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya

           Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya” demektedir. (Safahat IV, s.215)

         Esasen Akif, ibadetlerden uzaklaşmış, ruhen uyuşuk, tembel ve kaderci bir zihniyete sahip olan Müslümanları zahiren Müslüman görmekte ancak İslam’ın ruhundan uzaklaşmış bir dindar olarak vasıflandırmaktadır.

         5. Taassup Ehli Olanlar: Akif samimi ve sade dindarlara çok değer verir. Kendini olduğundan yüksek gösterenlere kızar, onları haddini aşmış bulur. Şair, softa ve taassup ehli olanlara karşıdır:

         “Ya taassub Ya taassub! O kadar maskaraca

           Bir yol almış ki, bakarsın, (başı) misvaklı hoca,

           Mütehassısken edepsizliğin eşkalinde

           En ufak şeyden olur dini hemen rencide!

           Milletin hayrı için her ne düşünsen bid’at

           Şer’i tağyir ile terzil ise –haşa- sünnet

           Artık Allah’tan utanmaz, hele Peygamberden

           Hiç, sıkılmaz görünen böyle beyinsizlerden

           Çekecek memleketin hali ne olmaz, düşünün!

         Şairin şu hatırası da taassup içinde olanları çok güzel tasvir etmektedir: “Üç gün evvel Beyazıt’tan Fatih’e doğru gidiyordum. Yolda tesadüf ettiğim simalardan birinin ufacık bir müşabeheti bana senelerden beri görmediğim o Fransız arkadaşımı hatırlattı, derken yukardaki muhavereler birer birer zihnimden geçmeye başladı. Kendi kendime Mösyö  … elime geçse de vaktile dine isnad edilen cinayetler hükümete mi ait imiş, yoksa değil mi imiş, göstersem dedim. O aralık biri aşağıdan, diğeri yukardan olmak üzre kemal-i süratle iki araba geliyordu. Ben bunların altında kalarak çiğnenmemek için tahayyülatıma veda ederek hemen kendimi sol tarafa atıp kurtulmak istedim. Göğsüm Osman baba türbesinin parmaklığına çarptı. Fena halde canım yandı. O acının tesiriyle “yol ortasında da mezar olur mu? Bu ne maskaralık!” demiş bulundum. Vay efendim, derhal sağdan soldan itiraz sesleri yükselmeye başladı! Garibi neresi, işin içine yine din bahsi karıştırıldı. Zavallı şeriat kimlerin elinde, hem ne gibi işlere alet olduğunu biliyor musun? Allah aşkına olsun biz daha ne zamana kadar şeriati üzerimize çökmüş bir kâbus, karşımıza çıkmış bir umacı tahayyül edeceğiz? Dünyanın en kalabalık bir caddesinin ortasında bir ölü yatmış, gelip geçen hayatı üzerinde adeta tasarruf ediyor. Yahu, şu mezarı kaldıralım desek derhal kıyametler kopuyor. “şeriatın müsaadesi yoktur, ne yaparsın?” deniliyor. Demek bizim o mülevves hükümeti sabıkamız Müslümanlığı şekl-i aslisinden o kadar çıkarmış ki hâlâ sima-yı hakikisini tanıyamıyoruz, hâlâ bir emr-i hayra teşebbüs edeceğimiz zaman “sakın şeriat buna mâni olmasın” demek istiyoruz.

              - İyi amma Osman babayı kaldırmak için ne yapmalı!

              - Pek kolay. Evvela parmaklığı, sonra taşları kaldırılır. Daha sonra başındaki ağaçlar kestirilir. Bu işler bitince zemini düzeltilip bırakılır.

              - Vakıa aklen böyle

              - Hayır efendim, şer’an de böyle.” (Sıratı müstakim, S. 107, s.38)

         6. İdeal Dindarlık: Bu tipte olanlar dini yaşayışa özellikle şuurlu ve sorumluluk içinde sahip çıkan, dini ve dünyevi hayatı birlikte kucaklayabilen dindarlardır. Belli bir kültüre sahip, hurafeden uzak, Kur’an ve sünnetin ruhuna uygun dindarlık Akif’e göre ideal dindarlıktır. Esasen Akif’e göre ideal insan ve ideal Müslüman için yapması gereken iki mısrada özetlenmiş gibidir:

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete ram ol

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol (Safahat VIII, s.390).

Demek ki insan, inanacak, inandığını yaşayacak, bu dünyayı ihmal etmeme adına çalışacak, hem çok çalışacak ve sonra Allah’a güvenecek ve ona dayanacaktır. Akif bu konuda; “…Zira dünyamız bu ruh ile, ahiretimiz ise dünya ile kaimdir. Hatta dünya ahiretten evveldir.” (Sebilürreşad, S.12, s.214) demektedir. Dindar Müslüman, her şeyden önce Allah’a teslim olacak, bütün hayatı boyunca büyük bir gayretin içinde olacaktır. Dinî mânâda bu yola “sırat-ı müstakim” demek mümkündür.

         Akif, din ve dünya hayatına işaret ederek; “Acaba sağlığını, vicdan temizliğini, huzurunu, kısaca toplumun mutluluk ve huzurunu sağlamak için İslami emirleri yerine getirmekten uzak kalabilecek misin?” diye soruyor ve bu soruya daha sonra kendi cevap veriyor: “İyice bilmelisin ki, insanca yaşaman, insanca ölebilmen için gerçek Müslüman olmaktan başka çaren yoktur.” (M. Akif, Kur’an-ı Kerim’den, s.207) .

         Akif gibi, hafız olup, Kur’an’ın Türkçe mealini yazabilecek kadar Arapça’ya hakim olan, hayatı boyunca, savunduğu fikirler uğruna mücadele eden ve bu fikirleri hayatına tatbik etmiş olan müstesna bir şahsiyetin torunları olarak Asım’ın nesli olmak, bu nesilleri yetiştirmek boynumuzun borcu olsa gerek.

         Mehmet Akif özellikle gençlik döneminde dini görevleri yerine getirebilmenin insanı rahatlatacağını, kötü düşüncelerden ve hareketlerden alıkoyacağını söylemekte ve bu konuda kendi hayatını örnek vererek şöyle demektedir: “Dindar olmasaydım gençliğimde ahlaksız olabilirdim. Faziletin içtimai bir mefhum haline girmediği genç yaşta insanı din tutar.”

         M. Akif, ahlâk anlayışını, bir manzumesinin ilk beyitlerinde şöylece ifade eder:

         “Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;

          Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

          Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı yezdanın

          Ne irfanın kalır te’siri kati’yyen, ne vicdanın.” (Safahat V, s.249)

          Bu beyitlerden anlıyoruz ki, Akif ahlakta Allah korkusunu esas tutmaktadır.

         Akif’e göre iyi Müslüman, aklını kullanandır.  Aklını yeterince kullanamayanların taklide başvurduklarını ifade ile; “Dini taklid, dünyası taklid, adatı taklid, kıyafeti taklid, selâmı taklid, kelâmı taklid, hülasa her şeyi taklid olan bir milletin efradı da insan taklidi demekdir ki kabil değil, hakiki bir heyeti ictimaiye vücuda getiremez, binaenaleyh yaşayamaz.” (Sebilürreşad, S.209, s.4) demektedir.

Akif’e göre: “Hakiki Müslümanlar birbirine kardeş nazarı ile bakarlar. Aradaki rabıta bu kuvvette olmazsa Müslümanlık kuru bir unvandan ibaret demektir. Müslümanlığın hemen bütün ahkâmı uhuvvet ve vahdet esasını tahkim eylemektedir. Namazlar, haclar, zekâtlar, şehadetler, oruçlar, aynı kıbleye teveccühler hep Müslümanları birbirine bağlayacak vasıtalardır. Müslümanların derdini kendine dert etmeyen, Müslüman değildir. Müslümanlar “hiçbir müslümanın vücuduna bir diken batmaz ki onun acısını kendimde duymuş olmayayım” diyen bir Peygamberin ümmetidir. “Müslümanlar birbirinin kardeşinden başka bir şey değildir.” “Bir müminin diğer mümine karşı vaziyeti yekpare bir duvar vücuda getiren perçinlenmiş kayalarla birbirine karşı aldıkları vaziyet gibidir. Öyle olacaktır. Öyle olmalıdır.” (Sebilürreşad, S. 464, s.252 )

         M.Akif dindarlığı gerçek mânâda Müslüman olmada görmekte ve şöyle demektedir; “…gayet fıtri bir din olan, daha doğrusu fıtratın kendisinden başka bir şey olmayan İslâmı kabul etmeyenler ya dini ilahinin ruhundaki sırrı mübini, sırrındaki ruhi güzini görmüyorlar, yahut gördükleri halde nefsani bir yığın esbabın tesiri altında kalarak görmek istemiyorlar.” (Sebilürreşad, S.24, s.453)

         Son söz, Yüce Yaradan hepimize Akif gibi dindar olmayı, Asımlar yetiştirmeyi nasip etsin!

         Bu sunumumda yazılarından bolca istifade ettiğim başta Doç. Dr. Abdulvahit İmamoğlu olmak üzere tüm araştırmacılara teşekkür eder, hepinizi saygıyla ve muhabbetle selamlarım.”dedi.